BİTMEYECEK OLAN UMUT, AYASOFYA... 

Gündemlerden düşmeyen ve düşmeyecek olan bir yara daha. Ayasofya, o bir yapıt ama, ilginç bir hayata sahip. 1. 2. 3. açılışlara maruz kalmış, her sarsılmasının ve yıkılmasının hatta yangın alevlerine maruz kalmasının ardından, durumu, konumu, ilahi değeri ve önemi bir diriliş niteliğinde kendisine onarım sağlamış, 15 Şubat 360 gününden bu yana bu inişli- çıkışlı hayatta yerini korumayı başarmış, tarihi bir eserdir. 

İstanbul’u İslam diyarlarına katıp, Hz. Muhammed (sâllâhuAleyhiVessellam)’mın o kutsal müjdesine nail olmak, adalet, huzur ve ilahi kelâmullâh’ı her bir zerreye ulaştırma gibi şanlı bir görevi omuzlanmış değerli ecdadımız, çok mücadeleler vermiştir. Ve bu güzel övgü, Fatih Sultan Mehmet dedemize nasip olmuştur. İşte Ayasofya’nın hikâyesi burada başlar. 

İstanbul'un 1453'te Osmanlı Türkleri tarafından fethinden sonra, fethin sembolü  olarak, derhal Ayasofya Kilisesi camiye dönüştürülmüştür. O sırada da yine Ayasofya harap bir haldeydi. Osmanlı baş mimarı Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat  yapılarıyla (payanda) takviye edilerek, son derece sağlamlaştırılmış, ve böylece Ayasofya artık Müslüman diyarının baş tacı olmuş, fetih sembolü olma sebebiyle ayrı bir ilgi ve değer görmüştü. 

İbadete açılmış, ezanları Sultan Selim camii ezanlarına karışmış, hoş bir zafer sedasıyla  gönüllerde taht kurmuştu bu kutlu yer. Tarihte de apayrı bir yeri vardı. Çizilmiş, yazılmış, okunmuş, küçük Müslüman goncalarının gönüllerine sevgisi atılmıştı. Fetih’in hediyesi gibiydi. Zamanlar akıp giderken, unutulmamıştı bu fetih.. 

Düşman durur mu? Kılıç hakkı olan bu yapıtın kaderi tekrar etmiş, bu yenilgiyi  hazmedemeyen kesimler buldukları ilk fırsatta saldırıya başlamışlardı. Tabi bu saldırı topla tüfekle değil, siyasi işler, türlü hile, devlet içi hain kesimlerin ittifakıyla ve haksız  mücadelelerle olmuştu. 

Sınırlar zorlanılarak, ‘‘su uyur düşman uyumaz’’ ibaresine uyan, bu kara yüreklilerin planlarına maruz kalmış, Müslümanların kazancı olan bu kutsal yeri Müslüman’a da yar etmeyeceğiz edasıyla, devlet içi münafıklarla iş tutup, ibadetten soyutlayarak, ezan seslerini kestirerek, ibadete kapatılmış, camii cemaatleri dağıtılarak, bir müze yeri olarak ziyarete çevrilmiştir. 

Her ne kadar Müslüman kesim tekrar camii şerif olup, ibadete açılmasını istese de, türlü yürüyüş ve dilekçelerle başvurulsa da kamu, sosyal, haber aracılığıyla seslerini 

duyursa da maalesef bunların hepsine duyarsız kalınmıştır. İçimizde hala buruk ve hala kırık bir sorun olarak devam eden bu yara, camii şerif olup, ibadete açılana kadar da düzelmeyecektir. 

Halbuki namaz kılınmasında, ibadet ve dua edilmesinde ve minarelerinden ezan-ı  şerif yükselmesinde ne gibi bir zarar olabilirdi ? Kimin evi ocağı yıkılırdı ? Kimin canı yanardı ? Bu manevi değerlerden korkulmasının sebebi ne ve daha kafa karıştıran bir sepet dolusu sorular.. 

Dedelerimizin kendi kılıç hakkıyla kazandıkları ve Müslümanlara armağan ettikleri değerlerin, ellerimizden alınması nasıl bir görüş ve vicdandır. Bunu yapmakla gönüllere kin, kızgınlık, öfke tohumları ekilmiş olmuyor mu? Ve her seferinde Müslüman kesime yapılan bu saldırıların altında yatan sır, Türkiye’yi bölüp, su’cu, bu’cu takıntılarını da ardından getirerek, bizi bize kırdırmak olabilir mi? 

Bu kutsal emanete hep birlikte topyekun ne olursak olalım hangi görüşe sahip olursak  olalım aynı devletin fertleri ve toprağın vatandaşları olma hasebiyle sahip çıkmamız gerekmez mi? Kırmadan, dökmeden, güzellikle savaşmamıza değmez mi? 

Küçük bir şey değil, unutulmamalıdır ki, büyük resmin ortaya çıkmaması küçük bir  parçanın yok olmasından kaynaklanabilir. Müslüman için her değer büyüktür. 

Birbirimizin değerlerine saygı duyarsak, yutulamayan büyük bir parça oluruz. 

Düşmanın yapmak istediği böl, parçala, yut projesini iptal ederiz. Biz bir olursak çok şey oluruz.

Huzur dolu, mutlu, anlamlı günlere sağlıcakla kalın... 

Yorumlar