ÇOCUKLUĞUN ÖĞRETİSİ
(Gerçek bir hayat hikayesi...)


İnsan ömrü aslında çok kısadır...
Adı, soyadı 
Açılır bir parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti...
Kapanır parantez...


    Aslında Parantez varya ne varsa oradadır her şey. 
Ümitler, korkular, gözyaşları, sevinçler, yaşanmışlıklar, öfkeler, mutluluklar, üzüntüler, suç ve utançlar...


    Benim çocukluğuma dair bulabildiğim neredeyse tek fotoğrafım bu. Geriye dönüp baktığımda ne kadar şanslı olduğumu düşünmüyor değilim aslında. Çünkü, kendi dünyamızı kendimiz yarattığımız hayaller ile yaşadık biz çocukluğumuzu...
Fakirdik ama zaten para geçmiyordu bizim dünyamızda. 
  
    Üzerimde ki o pantolon var ya! Tam beş yıl giydim hiç çıkarmadan o pantolonu, hemde yedeği bile yoktu. Aslında o resimde olmayan bir gerçek daha var sizin göremediğiniz. Beş yıl sonunda her iki dizimde, popomda yamalar renk renkti. Hangi renkten kumaşı bulmuşsa Anam dikerdi yırtılan veya eskiyen yere. Hani yamalara sebepte başkası değildi hani. Kendimdim sebep. Kar yağdığında popomun üzerinde karda kaymalar, dizimin üstünde döne döne misket oynamalar, oğlakları dağlara, tarlalara otlatmaya gittiğimde takılan çalılarda kalırdı bir parçası zaten. Takılırdı çalıya, çırpıya dağlarda oynayıp zıplamaktan.


   Anam pantolonumu yıkayacağı zaman, akşamdan yıkar, sabah mis gibi yine giyerdim tertemiz o pantolonu.  
   -Bir Bayram sabahıydı, Köyün çocukları yaşıtlarım kızlar, erkekler el öpmeye geldiler bize. Hepsi güzel güzel bayramlık elbiselerini giymişler, ellerinde şeker torbaları, birer birer anamın ve babamın ellerini öpüp Bayram şekerlerini alıp güle oynaşa evin avlusundan sekerek ayrılışlarını saklandığım camın arkasından seyretmiştim neşelerini, sevinçlerini hiç unutmuyorum hala...
ilk utancımı böyle yaşamıştım.


Anama sordum?


   “Ana benim bayramlığım nerde?” diye.
    “Bende bayramlıklarımı giyip çocuklarla birlikte şeker toplamak istiyorum.” dedim. 
Anam da sağına baktı, soluna baktı, “Babana söyledim ama almaya unutmuş oğlum” dedi. Aslında babam hep unuturdu bana göre zaten. Lastik ayakkabım yırtılmıştı, onuda  her sorduğumda “Unuttum haftaya alırım” derdi zaten hep.  
O unutmalar varya, aslında babamın fakirliğiydi, yoksulluğuydu o zamanlar  pek anlamıyordum bunları.


İmkan yoktu,
Para yoktu...
Gerçekten yoktu... 
Evet yoktu! Yoktu ama yamalı giymek o zaman ayıp değildi. Her çocuğun pantolonunda bir yama vardı o zaman.


    Ama hiç bir zaman yok diye, ne ayıplandık, nede bizde inat ettik olsun diye. Ne de kendimizi illa alın diye yırtıp ağlayıp yerlere attık.
     Şimdi yetiştirdiğimiz çocuklara bir bakalım isterse...


Yok desen seni anlar mı?
Olmaz desen seni dinler mi? 
Hatta giydiği elbiselerine birer yama atsak giyer mi?
Elinden bir telefonu al bakalım kaç krize girecek?


Nankör diyorsunuz böyle çocuklar için işitir gibiyim...


   Halbuki çocukları bu hale biz getirmedik mi? 
    Onlar ne istediyse önlerine hazır koymadık mı? Aman ellerini kesmesinler diye, kendi oyuncaklarını yapmasına izin verdik mi? Pahalı pahalı oyuncakları her renkten, benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın aman diye önlerine sermedik mi? 


Evet serdik!


İşte en büyük kötülüğü çocuklarımıza kendi ellerimizle yaptık.  Farkında bile değiliz maalesef. Onların beceriden yoksun pısırık bireyler olarak yetişmesine biz izin verdik.
En büyük uçurtmaları onlar küçük yapamaz deyip, kendi ellerimizle uçurduk. Onlar baktı evet çok yükseklere uçurduk! Peki çocuğun bu uçurtmanın göklere kadar çıkmasındaki payı neydi kendinize sordunuz mu?
    
      
    Babam pek sevmezdi oyuncaklarımı yapmayı. Zaten hiç oyuncakta almadı zaten. O küçücük ellerimle kendi kar kızağımı ve kendi uçurtmamı, oyuncaklarımı tahtadan kendim yapardım. Tahtadan arabalar, tahtadan bisiklet, tahtadan kamyon, tahtadan her şey... Yaparken keserle, baltayla yontmaya çalıştığım sırada kestiğim izler elimde, ayağımda mutlaka biryer de izi duruyor hala..
    Kısa bir hikayemi anlatmadan yazının temel gayesine  ulaşamam zaten... Hikaye diyorum ama siz gerçek hayat hikayem olduğunu bilin genede. 
       Köyümüze bir Baraj Göleti yapılıyordu sanırım 1973-74’lü yıllardı. Yani 5-6 yaşlarında idim o zaman. O alanda çalışan işçiler ölçümler için kullandıkları bir yumak şeklindeki  sağlam bir ipi gördüğümde,


“Vay be” demiştim! 
“Bu iple ne de güzel uçurtma yapılır”  diye içimden geçirmiştim. 


Çocukluk işte,
Meraktan o iple ne yapıyorlar diye seyrederdim onları her gün. Gözüm o ipe takılı kalırdı hep. 
Ne kadar uzun ne kadar da sağlamdı. Bir uçurtma yapmak için harikulade idi. Halbu ki biz tütün ipleri kullanırdık uçurtma yapmak için, çünkü bulabildiğimiz tek ip tütün ipiydi. Sağlam değildi de, bu gördüğüm ip tütün dizilen iplere benzemiyordu hiç. 
Tütün iplerinden uçurtma yaptığımızda az biraz yükseldiği zaman sert rüzgara dayanamaz kopardı birden. Sağlam değildi yani pek. Bende üzülürdüm o kadar uçurtma yap, güzelim uçurtma rüzgarla birlikte göğe doğru kaybolsun gitsin olacak iş değildi hani.  
İşte aradığım ip buydu!
Bu her gün kafama kazımaya başlamıştım. O ipi alıp en yükseğe çıkan uçurtma benimkisi olacaktı artık. 
Bir akşam üzeri gene, işçilerin paydos saati gelmişti, akşam olunca taşların arasına saklarken gördüm bir işçiyi. Hepsi paydos ettikten sonra, takip edip yarısını bir ağaç dalını kırıp ona sardım bir güzel. Akşam üzereydi hoplaya zıplaya kerpiçten bir evimiz vardı, eve geldim sevinçle. Eve geldiğimde hava iyice kararmıştı. Evin giriş kapısının solunda ki camın önüne koydum aldığım ipi. Ertesi günü hayalimdeki uçurtmayı yapacaktım...
    Babam hava kararmasıyla birlikte, akşam eve gelirdi bakkal dükkanını kapatıp, tam akşam yemek vaktinde. Elindeki el fenerini o da, perdeyi aralayıp camın önüne koyardı her akşam geldiğinde eve. Bu hareketi rutin bir şeydi her gün. 
Babam eve girince, önce Perdeyi kaldırdı, sonra aniden bir bana tekrar camın önüne koyduğum ipe baktı! Belliki yabancı geldi ona da. Elindeki Fener’i her zamanki yerine koydu usulca.
    Birden hiddetlenerek “Bu ne?” diye bana sertçe bakıp sordu. 
    Ben de normal bir şeymiş gibi muzip bir şekilde sözcüğü uzatarak “İiiip” dedim. 
      Babam, daha da sertleşerek; “Nereden getirdin bunu?” diye sordu gözlerimin içine ters ters bakarak.
     “Barajdan getirdim” dedim.
     “Ama hepsini almadım ki, yarısını orada bıraktım” der demez, okkalı bir tokadı suratıma öyle bir yapıştırdı ki, gecenin yıldızlarını beynimde saydım neredeyse o anda. 
     “Hemen bu ipi nereden aldıysan, çabuk götürüp oraya bırakacaksın” dedi Babam. 


-Akşamın karanlığı gibi uçurtma hayalimde karanlığa gömülüvermişti bir anda.-
      
     Gece olmuştu, karanlıktı akşam ezanından sonrasıydı. O gece, aksine ay bile yoktu gökte. Çok karanlıktı, yıldızlar bile parlamıyordu.  Neredeyse ormanı geçip ipi aldığım yere gitmem için en az iki kilometre kadar yürüyüp o ipi yerine sarmam gerekiyordu. Ama o saatte, o cesaret bende yoktu. Küçüktüm daha.
    Babamın tokadının şokunun etkisiyle, panikle ipi alarak evden fırladım dışarıya, evin avlusuna çıktım korkarak.
    Babam arkamdan bağırarak, “Çabuk git, yarın gidip soracam işçilere ipin yerinde olup olmadığını, bak!” diyerek tembihledi yüksek bir sesle...


    Sıkıyorsa gitme! (Ertesi günde öyle oldu zaten, gitti sordu da zaten)
    O telaşla sokağa çıktığımda, etrafıma  bakındım. Yanıma bir arkadaş alıp öyle gideyim diye düşündüm. Ama o da nafile... Akşam ezanından sonra herkes için yemek vaktiydi, sokaklar ıssızdı, kimseler yoktu. 
    Köpeklerin havlamaları, baykuşların sesleri, çalılar arasındaki çıtırtılar, gece gece çıkan garip kuş sesleri arasında korka korka baraja giderek, el yordamıyla da olsa,taşların arasından ipin yerini tespit ettikten sonra, ipi aldığım yere bırakarak aynı seslerin korkusuyla köydeki evimize geri döndüm. 
    Eve döndüğümde Babamın önceki sertliği kalmamıştı, kapıdan girdiğimde, yüzünden hissettim bunu. 
     Babam gülümseyerek bu sefer, bir Baba şefkatiyle;
     “Bak oğlum bu ip devletin malıdır. Oradaki işçiler bu iple orada ölçüp  biçiyorlar işlerini yapıyorlar. Devletin malını çalmaktır bu yaptığın, hırsızlıktır. Devlet malından bir hırka bile aşıran savaşta ölse bile şehit olmaz. Bu olay senin kulağına küpe olsun” dedi.
   O zaman pekte ne dediğini anlamamıştım Babamın zaten. 


     -Ah bir bilse, komşumuz Seher Abla’nın eriğinin dalına çıktığımızı, eriklerini afiyetle yediğimizi. Çiflik’teki Seyit Ağa’nın tarlasından karpuzlarını aşırdığımızı, şapur şupur yediğimizi. Hele hele keçi yatağındaki küçük bahçelerden birinde, Şüfer Hasan’ın çileklerin kokusuna dayanamayıp topladığımızı, ve afiyetle midemize indirdiğimizi... 


     -Diye düşündüm birden! 
Ama ona bunları söylemeye bile cesaret edemezdim o an. Anladım ki, bu yaptıklarımda doğru değilmiş o zaman anladım. Bu olay, hayatımın geri kalan kısmında babamın öğrettiği önemli bir öğretiydi bana. Hayatım boyunca, bu veczi ile yaşadım hep. Bu davranış bana çok şeyler öğretmişti.
      
      Ama yıllar sonra bu yaşadığımın ne anlama geldiğini daha iyi anladım. Bu yediğim tokat sayesinde hırsızlığın kötü bir şey olduğunu hiç unutmadım. Hele hele devletin malını çalmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu! O tokada inanın hala şükrediyorum. Babama bu hayatıma yön veren tavsiye dolu tokadı için binlerce kez şükür etsem az bile kalırdı gerçekten.


    Şimdi kendinize dönelim!Komşumun bahçesine dalınca çocuklarımız çocuktur yapar dedik değil mi? İşte en büyük hırsızlığı böylece onlara biz öğretmedik mi? Hatta çocuklarımıza bu muziplikliklerine katıla katıla sırıtmadık mı? Hatta bu muziplikleri eşimize dostumuza anlatmadık mı? 


Mesele şu aslında, 
Bırakın çocukları zorluk çeksinler. Çeksinler ki, hayatın kendi çabalarından ibaret olduğunu anlasınlar. Kendi oyuncaklarını kendi hayal ettikleri dünyaya göre yapsınlar, ağacı yontsunlar. Ellerini kesecekler elbet bu arada, bırakın acısın elleri. Gördüklerini, yaşamına geçirsinler. Bırakın yamalı giysinler. Bırakın hayatın acımasız yönünü o yaşta anlamaya başlasınlar. Bırakın hayal dünyalarını kendileri keşfetsinler. Eve kirli, çamurlu dönsünler. Tekrar tekrar kirlensinler... Biz analar yıkarız binlerce kez değil mi?
   Babasının aldığı oyuncakları ile büyütülen çocuklar emin olunuz ki, onlara en büyük kötülük olacaktır. 
   Elbet düşecekler, bırakın kendileri düştükleri yerden kendileri kalkmasını öğrensinler. Ne işe yarıyor sizin değerleriniz
Bırakın çocuklar
Kendilerini bulsun
Kendileri yaratsın kendi dünyalarını,
Tüm insanlık değerlerini.
Korkmayın sakın!
Ve inanın ki onlar
Sizinkilerden daha kötü olmayacak asla. 


Ki!


Eğer bizim çocukluğumuz, böyle olmasaydı, ne paylaşmayı, ne iyiliği, ne yardımlaşmayı bu kadar becerebilirdik. Çünkü inanın çocuklar büyüklerden daha çok yardımlaşıyor. Birbirini düşünce kaldırıyor. Eli kanamışsa öteki çocuk elini öpüyor geçsin diye. Ve birbirinin yaralanan elini üflüyor çok acımasın diye. Hiç bir çocuk ben kirlendim diye elbisesine bakmıyor, aman annem kızar diye düşünmüyor asla. Çünkü hayatlarını kendi istedikleri gibi yaşıyor.


Bırakın ve çocuklarınızın elleri kirlensin. Toprakla, ağaçlarla oynasınlar. Düşmeyi ve kalkmayı öğrensinler. Bazen başarsın, bazende başaramasınlar. 


Gelecekte bu çocuklar gerçek bir yardımsever, gerçek bir iyilik sever ve vicdanlı insanlar olacaktır. Çünkü tertemiz dünyalarında bunları kendileri gayet iyi yaşamışlardı zaten.


Ben gerçekten bu gününü çocukluğuma borçluyum. Babamın ve Annemin bana verdiği sonsuz özgürlüğe borçluyum. 
O resimdeki oğlak varya! O benim en sevdiğim oğlaktı. O oğlağı Babama hiç sattırmadım. Büyüdüğünü çok iyi hatırlıyorum çok iyi. 


Çocukları bırakın özgür olsunlar. 
Bu davranışımız onlara gelecekteki sorumlularında başarıyı getirecektir. 


Biz sadece kızılacak yerde kızalım elbet. Ama o tokadı atmak gerekirse defalarca değil, bir kez ama yerinde atalım yeter. Ömrü boyunca da o tokadı neden attığınızı söylemek yerine, bilinç altında kendisi düşünüp bulsun.


Unutmayın, bir çocuk büyükleri dinlemek konusunda iyi değildir. Ancak onları taklit etme konusunda oldukça beceriklidir. Onlara örnek olacak Çocukların nasihattan çok, iyi örneğe ihtiyaçları vardır. Çocuğa küçük şeylerden zevk almasını öğreten, ona büyük bir servet bırakmış olur. İşte bu yazdıklarım o parantezin işte ta kendisidir. 


Geleceğin çocuklarına sevgi ve selamlarımla saygılarımı sunuyorum 

 

Yorumlar